Blog Detay

İstanbul’da Zamanın Katmanlarında Kaybolmak
İstanbul… Ne tam doğuda ne tam batıda; iki kıtanın tam kalbinde duran, ama bir kalbe sığmayacak kadar büyük bir şehir. Bu şehirde her sabah, hem ezanla hem vapur düdüğüyle uyanır. Martıların çığlığı, simitçilerin sesi ve Boğaz’ın mavisiyle başlayan bir gün; tarihle modern yaşamın iç içe geçtiği bir serüvene dönüşür.
Sultanahmet Meydanı’nda yürürken, adımlarınızın altında Bizans’ın izlerini, gözlerinizin önünde Osmanlı'nın zarafetini hissedersiniz. Ayasofya, yalnızca bir yapı değil; zamanın kendisidir. Işığın sütunlara vurduğu anlarda, sadece tarih değil, hisler de dile gelir.
İstanbul sadece büyük anıtlarıyla değil, küçük detaylarıyla da büyüler. Balat’ta bir pencere önünde kurutulan çamaşırlar, Kuzguncuk’ta bir kediyle göz göze gelmek, Çengelköy'de denize nazır içilen bir çay… Bunlar, şehrin zarif dokunuşlarıdır.
Bir sabah Kadıköy’den vapura binip Karaköy’e geçmek, İstanbul’un en sade ama en anlamlı deneyimlerinden biridir. Deniz rüzgârı saçınıza karışırken, karşı kıyı size her defasında yeniden kavuşur gibi görünür. Bu şehirde yollar birbirinden ayrı değildir; hepsi sonunda bir meydanda, bir iskelede ya da bir cami avlusunda buluşur.
Akşam saatlerinde Galata Kulesi etrafında yürümek, taş sokakların arasından geçmişin sesini duymaktır. Kimi zaman bir ud tınısı, kimi zaman bir çocuk kahkahası… İstanbul’un sesi yüksektir ama ruhu derindir.
Ortaköy’de kumpir yerken, yanınızdan geçen insanların farklı dillerde konuşmaları sizi şaşırtmaz. Çünkü İstanbul, misafir ağırlamayı değil; misafiri sahiplenmeyi bilir.
İstanbul, haritada bir nokta değil; gönülde bir yankıdır. Kimi zaman bir cami avlusunda dua gibi, kimi zaman bir sahil bankında suskunluk gibi… Bu şehirde yaşamak sadece bir deneyim değil; kendinizi yeniden bulmaktır.
Çünkü İstanbul’da kaybolan biri aslında kendine bir adım daha yaklaşmış demektir.
SON YORUMLAR